27 Kasım 2010 Cumartesi

Yağmur, gökkuşağı, yolculuk...

  
                            -kendime, öğrencilerime ve birilerine...- 
Bugün ne çok yağmur yağdı. Çok hızlı, yavaş, çok yavaş; uzun süre yağdı, kısa süreli yağdı... Yağmur sonrası gökkuşağı çıktı Çankaya sırtlarında. Çocuklarla sıralandık açtığımız pencereye, arkada gökkuşağı, fotoğraflar çektik. Çıkmaz sanıyordum, cep telefonuyla çekilmesine karşın yine de belli oluyordu. Bir ara iki gökkuşağı birden çıkmaz mı?.. Hava renkten renge girdi. Yağmur sonrasının canlı renkleri; güneşli, yarı güneşli, kapalı havadaki renkler... Böylesine büyüleyici anlar zor yakalanır, zor yaşanır. Ya da biz ayırdında olmayız bu anların… 

Bu renklere, böylesine gökkuşaklarına çocukluğumda çok tanık olmuştum. Köy. Ova ve dağlar. Ovanın ortasından geçen Tokat-Niksar karayolu. O sıralar Cahit Külebi'yi de öğrenmişim, ezberlemiştim bazı şiirlerini. En çok sevdiklerimden biri işte:

“İSTANBUL

Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Niksar'da evimizdeyken
Küçük bir serçe kadar hürdüm.
Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Mevsimler ne çabuk geçiverdi
Unutmak, unutmak, unutmak.

Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Yine kamyonlar kavun taşır

Fakat içimde şarkı bitti.”
(Araya giriyor şimdiki "ben": Bu şiirin çözümlemesini yapacağım er geç; bazı düşünceler kafamda, keşfe çıktığımda daha neler çıkacak bakalım.)

Ben henüz çıkmamışım köyün dışına fazla. Kent merkezinde okuyorum; ortaokul, lise yılları. O zamanki koşullarda, bu yerlerin dışında bildiğim yerler, filmlerden en çok. O filmlerde de İstanbul var çokça... Kentte okusam da aylarca, yabancıyım kente. Hayallerim bu nedenle köy merkezli, köyden dışarı, uzaklara doğru. Tokat-Niksar karayolundan geçen arabalara takılıyor hayallerim o sıralar; ovayı çeviren ihtişamlı dağları aşıp kayboluyor, daha doğrusu onların doruklarını geçerken buharlaşıp yok oluyor sanki. Bilmiyorum ya daha uzakları... Yolculara el sallıyorum, yüreğimi onlara emanet ediyorum çoğu kez. Arabaların arkalarıma asılıyorum hayali olarak... Hep uzaklar, hep uzaklar... Dar geliyor ova, köy, yaylalar. Kentte zaten iğretiyim, ruhum hep sokaklarda dolanıyor tek başına. (Burada öykü çok, başka zamana belki). Romanlar, öyküler, şiirler besliyor beni, kışkırtıyor hayallerimi okuduklarım. Uzunca bir süre en çok Cahit Külebi'ye takılmıştım. Benim köyümün yakınlarından geçen yolun bir ucu, Niksar, onun küçüklüğünde yaşadığı, sonrasında şiirler yazdığı yer. İşte yukarıdaki şiir ve Niksar ve İstanbul ve kamyonlar... Küçüklüğümde köy-kent ulaşım aracı kamyonlar değil miydi benim de? Kente girerken, "Eğilin, trafik var." denilirdi. Bazen polisler durdurup baktıkları için kamyonun yük taşıma yerine, bizi indirirlerdi önceden, yürüyerek girerdik kentin içine... Akşam köye dönerken de kent dışına yürüyüp orada binerdik kamyonlara…

Yolcuğu hep sevmem o zamanlardan. Kavunu sevmem, kamyonlara ilgi duymam... Külebi kavun-kamyon birlikteliğini rastlantıyla mı kurdu acaba, yoksa sesçe uyumluluğunun farkına mı vardı? O da benim gibi kamyonlara takılıp gidiyor muydu uzaklara hayallerinde? Ya "serçe kadar hür olmak"? Nereye kadar gidebilir ki serçeler? Göçmen değiller ki? Çocuk aklı işte, bilmeden özenirsin serçeye. İstediği gibi uçması mıdır ilgimizi çeken?.. Her neyse... En çok serçeleri ve kargaları bilirdim çocukluğumda ben. Serçeler göçmen değil, kargalar da. İnsanoğlu bence göçmen hep. Şu yaşa geldim, Ankara’ya çakılı kaldım; ama ruhum hep gidici, hep göçmen; yerleşikliği beceremeyen... Ruhum huzursuz, kendimde bile barınamıyor, sürekli gitme hâli yaşıyor, bir bakmışım bir yerlere gitmiş, geldiğinde bile “ben”de değil. Metin Altıok ne diyordu?

“Yüzünde gezginci bir adamın hali
Sazı ve heybesiyle,
Küçük bir garaj kahvesinin önünde
Bekleyen biri gibi.
Ay dokunmuş omzuna bir akşam vakti.
O günden beri bakışlarında,
Bir otobüs penceresinin hızla geçişi.”

İşte o ova ve dağ yamaçlarında ne çok görürdüm gökkuşaklarını. Ne derlerdi? Gökkuşağının altından geçince cinsiyet değiştirirmiş insan... Geçilemezdi ki zaten. Onun yanına kadar gidemezdik, biz gidince o uzaklaşır ya da yiterdi. Altından geçmeye korktuğumuz için de ayaklarımız geri geri giderdi sanki, yavaş ve ürkek olurduk, yani niyetimiz yoktu altından geçmeye...

Bugün Ankara'daki yağmur, gökkuşağı ve havanın sürekli değişen renklerinin bana yaşattıklarını akşam evde hatırlayınca gittim çocukluğuma doğru. Demek ki bilinçaltında bir yolculuk yapmışım gündüz, ya da yolculuk hazırlığı.

Ya Külebi'nin şiirindeki İstanbul? O kentin başka bir yeri var bende…

Doğru, mevsimler ne çabuk geçip gitti. Beni kimse aldatmadı ama. İnsan ilişkilerinde aldatma fikrine katılmam pek, herkes kendi yolculuğunu yaşar. Elbette bazı aldatmalar olur; bunları kişisel suçlama nedeni yapmam... Evet, ya İstanbul? Hep sevmişimdir orayı. Gençliğimin dışa açılan, kitaplar dışında ve asıl etkili olanı, sinemaydı. Filmler İstanbul'u ne çok anlatırdı o zamanlar. Benim dış dünyaya yolculuğumun en önemli yeri, daha doğrusu  durağı İstanbul'du. Filmler, şarkılar, edebiyat dergileri... Hep İstanbul'u istemişimdir yaşanacak yer olarak. Ne var ki en küçük bir girişimde bile bulunmadım gidip yerleşmek için. Sık gittim, kısa süreli hep. Önceleri politik örgütlenme, etkinlik amaçlı. Takma isimlerle bolca. (Burada da hayli öykü.) Dönem değişti, uzun zaman yolum düşmedi. Derken seyrek gidiş geliş. Son bir iki yıl ise hayli sık.


Tokat, Balıkesir, Hakkâri, Ankara. Arada kısa süreli Diyarbakır ve bazı kentler. Yerleşip kaldığım kent, zaman zaman çok sevdiğim, bazen iğretice yaşadığım Ankara. Yolculuk hâli işte;  yerleşmeye, bir yerlerde durmaya niyeti olmayanın ruh hâli...

Yağmur, gökkuşağı, yolculuk... 


26 Kasım 2010, Ankara
                                               

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder