Kerim Demirci’nin “Türkoloji İçin Dilbilim / Konular Kavramlar Teoriler” adlı kitabı[1] bir bakıma alanında yazılan ilk kitap. Demirci, ülkemizdeki “Türkolojinin tek sıkıntısı”nın “bugüne kadar dilbilim ile tam manasıyla telif edilmemiş olması”ndan kaynaklandığı gibi yerinde bir saptamayla yazmış bu kitabını. Gerçekten de modern dilbilim yakın dönemlere kadar bizim üniversitelerimizin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümlerinde pek okutulmamış, ağırlıklı olarak yabancı diller bölümlerinde okutulmuştur. Dilbilimle ilgili yayımlanmış kitaplara şöyle bir göz atmak bu durumu anlayabilmek için yeterli. Demirci’nin kitabı bu iki alanı buluşturan iyi bir kaynak olacağa benzemektedir.[2] Ancak bir iki önemli eleştirim var.
Bazı savrukluklara,
özensizliklere, dikkatsizliklere rastlıyoruz bu kitapta. Sözgelimi hâlâ “imlâ”,
“İmlâ Kılavuzu” deniyor (s. 7-17 / 35-112 vb). TDK , “İmlâ Kılavuzu” adını
yıllar önce “Yazım Kılavuzu” biçiminde değiştirdi, “l”den sonra gelen
“a”lardaki düzeltme imini de (“imlâ < “imla” gibi) çoktan kaldırdı bu
kılavuzda.
Bir başka örnek. “Sözcük” ve
“kelime”, terim bağlamında eşanlamlıdır; dolayısıyla “kelime bilgisi” ile
“sözcük bilgisi” tamlamaları aynı kavramı karşılar. Böyle durumlarda,
“Leksikon, kelime anlamına gelen Yunanca bir sözcüktür,
leksikoloji de kelime bilgisi veya söz varlığı demektir.
Sözcük bilgisi diyenler de var.” (s. 52 / 159) diye yazılamaz, böyle yazana da
pek rastlanmaz. Yani “kelime” ve “sözcük”, “cümle” ve “tümce” gibi eşanlamlı
terimler için “…diyenler de var” sözü kullanılamaz. Bu ifade biçimi ancak
farklı sözcük, adlandırma ya da terimlendirme için geçerlidir. Sözgelimi
“gösterge” ile “işaret”, “ses aktarımı” ile “göçüşme”, “büyük ünlü uyumu” ile
“ünlülerde kalınlık-incelik uyumu” gibi farklı, sözlüksel eşanlamlılık dışı
durumlarda ancak “diyen de vardır” ifadesi yerinde olur. Bu tür farklılıklar
biraz da değişik, eleştirel yaklaşımları iması içerir… Anlatım duruluğu
bakımından bu tümce, “…kelime (sözcük) (sözcük) bilgisi veya söz varlığı
demektir” biçiminde olmalıdır.
Bir yerde de şöyle denmiş: “Asonans
sesli harflerin ustaca tekrarından doğan sanatsal söyleyiştir” (s. 33 / 106).
“Sesli” terimi, “sessiz”lerin de bir “ses” olduğu anlaşılalı beri
kullanılmıyor, “ünlü” terimi uzun zaman önce onun yerini aldı. Bu tümcenin
ikinci sorunlu yanı, asonansı harf üzerinden tanımlaması. Bilindiği gibi “dil”
esas olarak konuşmaya dayalı bir varlık olarak kabul edilir, incelenir,
tartışılır; çünkü yazı, dilin ancak bir yüzey üzerindeki grafiği, gölgesi,
vb’dir (burada Derrida kendini anımsatıyor istemez ama konuşma-yazı tartışması
elbette bambaşka bir konu). Asonans ve aliterasyon da “harf” değil “ses”
yinelemesi olarak kabul edilip tanımlanır.
Kuramsal konulardaki
eleştirilerimden bazılarına gelince.
“Edilgin fiilli cümlelerin
ögelerinin tespiti ve adlandırılması” konusunda farklı konular birbirine
karışmış görünüyor. (s. 76-78 / 199-201) Sözgelimi önce “Çimler bahçıvan
tarafından kesildi” tümcesinin ögeleri tartışılıyor (edilgen fiil: kesildi). Bu
tümcenin çözümlenmesindeki “sözde özne: çimler” ve “zarf: bahçıvan tarafından”
kabullerinin yüzey yapıya dayandırıldığının algı sıkıntısına ve arızalara yol
açtığı ileri sürülüyor. Yüzey yapıya bakılarak saptanan “sözde/görünen/yüzeyde
özne” vb durumlar yerine derin yapıya dayalı çözümlemeler öneriliyor bir
bakıma. “Bu cümle üç şekilde ögelerine ayrılabilir” denerek yapılan
çözümlemeler de şöyle:
Çimler (özne) bahçıvan
tarafından (zarf tümleci) kesildi (yüklem)
Çimler (sözde
özne-özde nesne) bahçıvan tarafından (örtülü özne) kesildi (yüklem)
Bahçıvan (özne) çimleri (nesne) kesti (yüklem)
İlk iki tümcenin, aynı olmasına
karşın öge adlandırmaları farklı. Aynı birime iki ayrı adlandırma
yapılamayacağı için bu tümcelerin öge çözümlemeleri tutarlı değil. İki farklı
çözümleme anlayışı üzerinden ayrı ayrı örnekler aktarılıyormuş gibi izlenim
oluşuyor görünse de, kitapta böyle bir yaklaşım yer almıyor.
Ögeler şöyle saptanmalıydı
aslında:
Çimler (sözde
özne) bahçıvan tarafından (zarf tümleci ya da edat
tümleci) kesildi (yüklem).
“Bahçıvan” sözcüğünün, yüklemi tümlemediği
için, her ögenin doğrudan yüklemle bağlantılı olması kuralı gereği, öge
görevini tek başına üstlenmesi söz konusu değildir. Eylemin gerçekleşmesinde
asıl etkin olanı bildirdiği için, tümcenin ögesi olarak, ancak açıklayıcı bir
terim bağlamında (dikkat: “bahçıvan
tarafından”a değil, “bahçıvan”a) “örtülü özne” denebilir.
Gözden kaçırılan, “Çimler bahçıvan
tarafından kesildi” ile “Bahçıvan çimleri kesti” tümcelerinin aynı anlamda
olmadığıdır. Bu bakış açısıyla tüm edilgen yapılarda “anlam muğlaklığı” olduğu
kabul ediliyor. “Savaştan korkulur”, “İzmir’e gidildi”, “Düşene gülünür”
tümcelerinin derin yapılarının “Bazı insanlar savaştan korkar, Bazı
insanlar/biri İzmir’e girdi, Bazı insanlar/biri
düşene güler şeklinde olması beklenir” diye başlanarak şöyle sürdürülüyor
tezler:
Bu örneklerdeki anlam muğlaklığı dönüşümler (transformation) sayesinde açık
hale gelir. Derin yapı ile yüzey yapı arasındaki anlam netleştiren geçiş
dönüşümler sayesinde olur. Dilin sentaktik ve morfolojik yapısına göre yapılan dönüşümler
derin yapıda mevcut olup yüzeyde algılama sıkıntısına sebep olan arızaları
tamir eder. (s. 78 / 201)
Yanılgı, edilgen ve etken eylemli
tümceler arasındaki anlam farklarının görülmemesiyle, hatta kabul edilmemesiyle
ilgili. Dil, bu tür farklılıkları ortaya çıkarmışsa, böyle bir işleyiş
geliştirmişse mutlaka bir gereksinim, anlam farklılıkları söz konusudur.
Sözgelimi “etkin (gerçek) özne”nin saklanma gereksinimi, önemsizleştirilmesi ya
da önemsiz görülmesi gibi nedenler değil midir edilgen yüklemli tümcelerin
nedeni?
Belki “anlam” ya da “dil
belirsizliği” kavramı yanlış biliniyor ya da yanlış yorumlanıyor. İletişim
ortamı içinde “İzmir’e gidildi” gibi edilgen söyleyiş bazen anlam belirsizliği
sonucu doğurabilir. İletişim terimleriyle söylersek, “alıcı (hedef)”, kimin,
hatta ne zaman İzmir’e gittiğini merak edip “kaynak (verici)” tarafından
açıklama yapılmasını, “iletiye” açıklık getirilmesini isteyebilir.
Öge konusunda bir iki şey daha
söylemek gerekiyor.
Ayrıntılı kuramsal tartışmalara girmeden
kısaca belirtirsek, bir tümceyi -dikkat, sözceyi değil-
çözümlüyoruz sonuçta, elbette öge adlandırması yüzey yapıya göre yapılacaktır.
Çünkü “tümce” ve “tümcenin ögeleri” dilbilgisel kavram ve terimlerdir. Öte
yandan, “Çimler bahçıvan
tarafından kesildi” ile “Bahçıvan çimleri kesti” tümceleri de ayrı
ayrı yüzey yapıdır; bu nedenle öge adlandırmaları da farklı olacaktır.
Chomsky’nin “Üretken Dönüşümlü Dilbilgisi” kuramı ve dilin ya da metnin
anlambilimsel, göstergebilimsel, yapısal, psikanalitik, sosyolojik, politik vb
çözümleme işlemleri dilbilgisinin kavramlarını kendi diline dönüştürmek
zorundadır. İşte o zaman gerçek anlamda yüzey ve derin yapı kavramları işin
içine girmeye başlar.
Kerim Demirci’nin “gerçek anlam”
kavramını tanımlama ve açıklama biçimi de sorun içeriyor:
Ne
zaman ortaya çıktıklarını kesin olarak bilmesek de kelimelerin ilk ortaya
çıktıklarında karşıladıkları birincil anlam
onların gerçek anlamı yahut temel anlamı olarak kabul edilir. Gerçek anlama sözlük
anlam denilse de sözlükte kelimenin karşısında sıralanan anlamlardan ilk
sıradaki gerçek anlam olarak bilinir. (s. 86 / 224. Bir iki ekleme ve düzeltme
yapıldığı için son biçimini alıntıladım.)
Sözcüklerin “ilk ortaya
çıktıklarında karşıladıkları” anlamları nereden, nasıl bilebiliriz ki? Böyle
artzamanlı anlam araştırmaları ancak kökenbilim (etimoloji) sözlüklerinin
işidir. Gerçek anlam, temel anlam, düzanlam, yananlam gibi kavramlar
birbirlerini bağladığı ya da koşulladığı için aynı eşzamanlılık bağlamında ele
alınıp tanımlanır. Eski bir sözcüğün bırakın “ilk ortaya çıkış” anlamını, iki
üç yüzyıl önceki başat (temel) anlamı ile yan ve değişmece anlamları bile
günümüzdeki anlamlarına hiç uymayabilir. Bütün bunları göz önüne aldığımızda,
Demirci’nin yaklaşımına göre, sözcüklerin çoğunluğunun “gerçek yahut temel
anlamı” sözlüklerde yer almıyordur, yer alamaz da zaten. Çünkü tarihin
derinliklerinde yitip gitmiştir bu anlamlar.
“Gerçek anlam yahut temel anlam”
özdeşliğini daha önce birkaç kez tartıştığım için geçiyorum.
Bu kitaptaki “anlam ekseni”
kavramı daha da sorunlu görünüyor. Bu kavramın tanımı ve bazı açıklamalar
şöyle:
Anlam ekseni esas itibariyle bir tasnif
meselesidir. Birbiriyle alakalı olan kelimeleri bir gruba koyma, alakasızları
birbirinden ayırma işidir. Mesela jilet, tıraş köpüğü, sakal, havlu gibi
kelimeler bir arada olunca insan zihninde bir tıraş olma durumu canlanmaktadır.
Bu kelimeler bir anlam etrafında birleşmişlerdir. Bunların arasına mesela
“bulgur” kelimesini koyarsak “bu da nereden çıktı!” tepkisini alırız. Aynı
şekilde hepsi su ile alakalı olsa da dere, ırmak, çay, nehir bir anlam
eksiniyken göl, deniz, umman ve okyanus başka bir anlam ekseni oluşturmaktadır.
Divan edebiyatında tenasüp sanatı diye
öğrendiğimiz de bundan başka bir şey değildir. (s. 94 / 231-232).
Örneklere dikkat edilirse, bir
“eksen” değil, bir “toplulaşma, alan oluşturma” söz konusu. İşin aslı, bu
kitaptaki açıklamalar ve örneklemeler, Türkçeye “anlam ekseni” diye çevrilen
“semantic exis” kavramına değil, “anlam alanı” ya da “anlamsal alan” diye çevrilen
“semantic field” kavramına ilişkin. “Anlam alanı” kavramının tanımı tam da
böyle verilmektedir kimi sözlüklerde.[3]
“Anlam ekseni” kavramının tanımı
için Mehmet Rifat’ın sözlüğüne bakalım şimdi:
anlam ekseni (Fr. axe sémantique; İng. semantic axis; İt. asse semantico)
Göstergebilimde ya da anlambilimde karşıt iki
anlamsal öğenin kesiştiği, kavranabilirliklerini sağlayan ortak nokta. Sözgelimi,
büyük/küçük karşıtlığı “boyut”; genç/ihtiyar karşıtlığı “yaş”; sıcak/soğuk
karşıtlığı “ısı”; acele/yavaş karşıtlığı “hız”; üzülme/sevinme
karşıtlığı “duygu” anlam ekseninde kavranabilir.”[4]
Demirci’nin “anlam ekseni” diye
açıklamasını yaptığı “anlam alanı (semantic field) kavramı Osman Toklu’da
“sözcük (kavram) alanı kuramı” biçiminde geçmektedir. Toklu’ya göre, “Trier
1931’de yazdığı Akıl Kavram Alanı İçinde Alman Sözvarlığı. Bir Dil Alanının
Tarihi adlı kitabıyla anlam alanı kuramının kurucusu sayılır.”[5]
Bazı dilbilim ve göstergebilim
kavramlarında karmaşa yaşandığını hemen herkes bilir. Bu ki kavram
konusunda karışıklık pek yok ama “anlamsal alan”ın tanımı Kıran’ların kitabında
diğerlerinden farklı veriliyor:
Bir metinde birçok kez kullanılan aynı sözcüğün almış olduğu anlamların
tümüne o sözcüğün anlamsal alanı denir. Kısacası, düzanlam + yananlamların
tümü, bir sözcüğün anlamsal alanını oluşturur. Örneğin Türkçedeki “ateş”
sözcüğünün değişik bağlam ve durumlarda aldığı anlamların tümüne o sözcüğün anlamsal alanı denir.[6]
Z. Kıran’ın bu tanımı aslında “çokanlamlılık”
kavramına ilişkindir. Çokanlamlılığın ne olduğu konusunda ise -Z. Kıran’ın
adlandırması dışında- tartışma pek yok.
[1] Kerim
Demirci, Türkoloji İçin Dilbilim / Konular Kavramlar Teoriler,
Ankara: Anı Yayıncılık, Yenilenmiş 5. Baskı 2021 (1. Baskı: 2013).
[2] Bu yazı,
kitabın ilk baskısı için o dönem yazılmış, son baskısına göre gözden
geçirilmiştir. Kitapla ilgili saptamaların geçerliliğini koruduğu, eleştirilen
konularda herhangi bir değişikliğin yapılmamış olduğu görülmüştür. Verilen
sayfa numaralarının ilk birinci baskıyı, ikincisi son baskıyı göstermektedir.
[3] Bkz: Berke
Vardar yönetiminde Açıklamalı Dilbilim Terimleri Sözlüğü, abc
Kitabevi, 1988 (anlamsal alan biçiminde); Kâmile İmer-Ahmet Kocaman-A. Sumru
Özsoy, Dilbilim Sözlüğü, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2011 (anlam
alanı kuramı biçiminde) ve diğer sözlükler.
[4] Mehmet
Rifat, Açıklamalı Göstergebilim Sözlüğü, İstanbul: Türkiye İş
Bankası Yayınları, 2013.
[5] Doç Dr. M.
Osman Toklu, Dilbilime Giriş, Ankara: Akçağ, 2013, s. 100.
[6] Prof. Dr.
Zeynel Kıran - Prof. Dr. Ayşe (Eziler) Kıran (Yayına Hazırlayan), Dilbilime
Giriş, Ankara: Seçkin Yayıncılık, 2001, s. 252.
https://oggito.com/icerikler/turkoloji-Icin-dilbilim-kitabindaki-bazi-kavramlar-uzerine/67396
05 Nisan 2022 Edebiyat
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder