7 Aralık 2010 Salı

Bir Defterden-1

08.08.2009, 14.45, Büyükada, İstanbul.

Hemen her yemeği "az" alarak yemek çeşitlerini artırma yoluna gittik. Birer küçük şişe su, sonunda bir tatlı... Nasıl da iştahla yenildi!.. Lokantacıya, çay içilen yer var mı buralarda, diye sorduğumuzda, o, ben ikram edeyim, diyerek iki çay getirdi bize.

Hava bir sıcak, bir serin. Birden martı sesleri gelmeye başladı. Dönüp sağıma, lokanta dışına baktım, nedenini bulamadım... Öğle yemeği kalabalığı azalmaya başlamış, onu fark ettim. Midelerimizdeki ağırlık biraz azaldığında bira içeceğiz.

Bira içeceğiz. Ben içki seven biri değilim ama böyle havalarda güzel gidiyor. Bazen ne kadar hoş oluyor; hafif gevşemesi zihnin ve bedenin, iç disiplinin çözülmeye başlaması... İşte o an kiminle içtiğin daha bir önem kazanıyor.

"Oh be rahatladım." diyor biri. Zaten bu lokantayı, yemekleri de bu amaçla seçtik, karnımızı doyurup rahatlamak için. İştahla yenilecek yemeklerle ağızda ve ağızdan uzanan beyinde bu hazzı almak için. Açlığı gidermenin, yaşamanın hazzını hissetmek için.

Hayat hem çok garip, hem de çok normal. İç içe. Biz garip buluyoruz onu, biz normal buluyoruz. Bu hâllere gereksinim duyan bizler yorumlara girişiyoruz.


Hayat!.. Neredeyim ben şimdi, yarın nerede olacağım? Önemli mi peki? Hayat üzerine üretilen böyle düşünceler, beynimizin bir etkinliği olarak, karmaşadan kaosa, kaostan yalınlığa ve duruluğa gelgitlerin hazzı, yaşadığımızın kanıtı mı? Evet, öyle. Yaşadığımızı, geçen her anı kendimize hissettirmeye gereksinim duyuyoruz çünkü... Maddi hayata metafizik katmaya, derinlik kazandırmaya yöneliyoruz. Başka nasıl hissederiz ki hayatı, nasıl anlamlı kılarız ki varlığımızı?.. Hayatın buna gereksinimi yok aslında; o, salt bir varlık, somut ve süreğen.

Çaylarımızı bitiriyoruz.

Sonra bakıyoruz uzaklara oturduğumuz yerden. Denize, göğe... Martılara, insanlara... Farkına varmadan beynimizle bakmaya başlıyoruz. Sözgelimi, yarım saat önce, elindeki çatalda yiyecekle annesini koşturuyordu üç dört yaşlarındaki ufaklıklardan biri, bir diğeri de babasını. Onlar şu an yok ama beynimdeki gözlerde hâlâ onlar. Bunlar da yaşadığımızın küçücük kanıtları, daha doğrusu, yaşadığımzı hissetmemizin...

Sıcak azalmış, biraz daha.... Nerdeyim ben şu an? Hayatta, Büyükada'da, bir lokantada. Bir boşlukta, bir ufacık dolulukta. Sanki buğulu bir uzamda. Şaşkın.

Böyle olmak ister miydim? Bilmiyorum. Bir an kaptırdım kendimi bu cumartesi gününün akan zaman ırmağına, bir saman çöpü gibi...

İstanbul... İlgimi hep çekmiştir. Gelmek isteyip de gelemediğim, gelmediğim kent...


Hamiş: Bu defter ve bu deftere yazdığım kalem, yalnız birbirlerine ait olmak üzere alınmıştı. Onlar yalnızca birbirleriyle buluştular, konuştular; başka bir şeyle bağ kurmadılar hiç. Bazen güzel şeyler çıkmıştı, bazen saçmasapan şeyler... Uzun zamandır, birbirlerinin koynunda sessizce, öylece duruyorlar; sanırım derin bir uykudalar, uyanacak gibi de değilller. Uyanmasınlar da.


Şimdi bunların bir kısmını burada yayımlasam diye düşündüm.

07.12.2010, Saat 21.50, Ankara

5 Aralık 2010 Pazar

İncir Yaprağımız da Düştü Düşecek

Mahremiyetin sonu, çağımız. Dinlere dönüşün nedenlerinden biri de bu olgu galiba. Bir yandan her şey açığa çıkıyor, sır kalmıyor hiç; bir yandan da kendimizi nasıl koruruz diye kaygı içindeyiz. Daha doğrusu insanlar bu iki olguya göre ayrılmış durumda.

Ben, kendimizi nasıl koruruz diyenlerdenim. Çaresiz bir çırpınış içindeyiz bizler. Ne yaparsak yapalım kendimizi tam olarak koruyamıyoruz, koruyamayacağız da.  Mahremiyetimizi elimizden kaçırıyoruz. Belki ki yeni dünya, yeni yaşam böyle.

Wikileaks’in ima ettiği, doğrudan gösterdiği demek gerek sanırım, işte bu dünya bir bakıma. İkiyüzlülüğe, özürleri gizlemeye, suçları örtbas etmeye olanak vermemesi iyi. Demokrasi için de, insan ilişkileri için de geçerli bunlar. İyi ama insan bu kadar çıplak, bu kadar gizemsiz yaşayabilir mi?

Yeni çağın insanı artık ilan ediyor ilişkisini, ilişkisizliğini, bekârlığa veda edişini. İlişkisizliği anladık, talipler yaratmak istiyorsun. Peki ilişki kurduğunu, artık birileriyle olmaya başladığını niye ilan ediyorsun? Aklında kalan birilerine mi duyurmak istiyorsun yeni durumunu? İyi ama niye? Yeni ilişkiye güvenin mi yok? Ya da dünya âlem duyunca başka türlü bir tatmin mi yaşayacaksın? Bu ne derin umutsuzluk ve mutsuzluk böyle?

Başını örtenlerin saçını bile mahrem kabul edişi ile her şeyi açıkça yaşayanların mahremiyetsizliği kol kola…

Ey yeni çağ! Ne yapacağız seninle? Yeni Che’miz Julian Assange, anladık bunu da, tamam. Senin arkandayız demokrasi adına  ey J. Assange...

Ama ya şu ruhumuzun bile sonuna kadar soyulması? 

Önümüzdeki incir yaprağı da düştü düşecek.

27 Kasım 2010 Cumartesi

Yağmur, gökkuşağı, yolculuk...

  
                            -kendime, öğrencilerime ve birilerine...- 
Bugün ne çok yağmur yağdı. Çok hızlı, yavaş, çok yavaş; uzun süre yağdı, kısa süreli yağdı... Yağmur sonrası gökkuşağı çıktı Çankaya sırtlarında. Çocuklarla sıralandık açtığımız pencereye, arkada gökkuşağı, fotoğraflar çektik. Çıkmaz sanıyordum, cep telefonuyla çekilmesine karşın yine de belli oluyordu. Bir ara iki gökkuşağı birden çıkmaz mı?.. Hava renkten renge girdi. Yağmur sonrasının canlı renkleri; güneşli, yarı güneşli, kapalı havadaki renkler... Böylesine büyüleyici anlar zor yakalanır, zor yaşanır. Ya da biz ayırdında olmayız bu anların… 

Bu renklere, böylesine gökkuşaklarına çocukluğumda çok tanık olmuştum. Köy. Ova ve dağlar. Ovanın ortasından geçen Tokat-Niksar karayolu. O sıralar Cahit Külebi'yi de öğrenmişim, ezberlemiştim bazı şiirlerini. En çok sevdiklerimden biri işte:

“İSTANBUL

Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Niksar'da evimizdeyken
Küçük bir serçe kadar hürdüm.
Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Mevsimler ne çabuk geçiverdi
Unutmak, unutmak, unutmak.

Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Yine kamyonlar kavun taşır

Fakat içimde şarkı bitti.”
(Araya giriyor şimdiki "ben": Bu şiirin çözümlemesini yapacağım er geç; bazı düşünceler kafamda, keşfe çıktığımda daha neler çıkacak bakalım.)

Ben henüz çıkmamışım köyün dışına fazla. Kent merkezinde okuyorum; ortaokul, lise yılları. O zamanki koşullarda, bu yerlerin dışında bildiğim yerler, filmlerden en çok. O filmlerde de İstanbul var çokça... Kentte okusam da aylarca, yabancıyım kente. Hayallerim bu nedenle köy merkezli, köyden dışarı, uzaklara doğru. Tokat-Niksar karayolundan geçen arabalara takılıyor hayallerim o sıralar; ovayı çeviren ihtişamlı dağları aşıp kayboluyor, daha doğrusu onların doruklarını geçerken buharlaşıp yok oluyor sanki. Bilmiyorum ya daha uzakları... Yolculara el sallıyorum, yüreğimi onlara emanet ediyorum çoğu kez. Arabaların arkalarıma asılıyorum hayali olarak... Hep uzaklar, hep uzaklar... Dar geliyor ova, köy, yaylalar. Kentte zaten iğretiyim, ruhum hep sokaklarda dolanıyor tek başına. (Burada öykü çok, başka zamana belki). Romanlar, öyküler, şiirler besliyor beni, kışkırtıyor hayallerimi okuduklarım. Uzunca bir süre en çok Cahit Külebi'ye takılmıştım. Benim köyümün yakınlarından geçen yolun bir ucu, Niksar, onun küçüklüğünde yaşadığı, sonrasında şiirler yazdığı yer. İşte yukarıdaki şiir ve Niksar ve İstanbul ve kamyonlar... Küçüklüğümde köy-kent ulaşım aracı kamyonlar değil miydi benim de? Kente girerken, "Eğilin, trafik var." denilirdi. Bazen polisler durdurup baktıkları için kamyonun yük taşıma yerine, bizi indirirlerdi önceden, yürüyerek girerdik kentin içine... Akşam köye dönerken de kent dışına yürüyüp orada binerdik kamyonlara…

Yolcuğu hep sevmem o zamanlardan. Kavunu sevmem, kamyonlara ilgi duymam... Külebi kavun-kamyon birlikteliğini rastlantıyla mı kurdu acaba, yoksa sesçe uyumluluğunun farkına mı vardı? O da benim gibi kamyonlara takılıp gidiyor muydu uzaklara hayallerinde? Ya "serçe kadar hür olmak"? Nereye kadar gidebilir ki serçeler? Göçmen değiller ki? Çocuk aklı işte, bilmeden özenirsin serçeye. İstediği gibi uçması mıdır ilgimizi çeken?.. Her neyse... En çok serçeleri ve kargaları bilirdim çocukluğumda ben. Serçeler göçmen değil, kargalar da. İnsanoğlu bence göçmen hep. Şu yaşa geldim, Ankara’ya çakılı kaldım; ama ruhum hep gidici, hep göçmen; yerleşikliği beceremeyen... Ruhum huzursuz, kendimde bile barınamıyor, sürekli gitme hâli yaşıyor, bir bakmışım bir yerlere gitmiş, geldiğinde bile “ben”de değil. Metin Altıok ne diyordu?

“Yüzünde gezginci bir adamın hali
Sazı ve heybesiyle,
Küçük bir garaj kahvesinin önünde
Bekleyen biri gibi.
Ay dokunmuş omzuna bir akşam vakti.
O günden beri bakışlarında,
Bir otobüs penceresinin hızla geçişi.”

İşte o ova ve dağ yamaçlarında ne çok görürdüm gökkuşaklarını. Ne derlerdi? Gökkuşağının altından geçince cinsiyet değiştirirmiş insan... Geçilemezdi ki zaten. Onun yanına kadar gidemezdik, biz gidince o uzaklaşır ya da yiterdi. Altından geçmeye korktuğumuz için de ayaklarımız geri geri giderdi sanki, yavaş ve ürkek olurduk, yani niyetimiz yoktu altından geçmeye...

Bugün Ankara'daki yağmur, gökkuşağı ve havanın sürekli değişen renklerinin bana yaşattıklarını akşam evde hatırlayınca gittim çocukluğuma doğru. Demek ki bilinçaltında bir yolculuk yapmışım gündüz, ya da yolculuk hazırlığı.

Ya Külebi'nin şiirindeki İstanbul? O kentin başka bir yeri var bende…

Doğru, mevsimler ne çabuk geçip gitti. Beni kimse aldatmadı ama. İnsan ilişkilerinde aldatma fikrine katılmam pek, herkes kendi yolculuğunu yaşar. Elbette bazı aldatmalar olur; bunları kişisel suçlama nedeni yapmam... Evet, ya İstanbul? Hep sevmişimdir orayı. Gençliğimin dışa açılan, kitaplar dışında ve asıl etkili olanı, sinemaydı. Filmler İstanbul'u ne çok anlatırdı o zamanlar. Benim dış dünyaya yolculuğumun en önemli yeri, daha doğrusu  durağı İstanbul'du. Filmler, şarkılar, edebiyat dergileri... Hep İstanbul'u istemişimdir yaşanacak yer olarak. Ne var ki en küçük bir girişimde bile bulunmadım gidip yerleşmek için. Sık gittim, kısa süreli hep. Önceleri politik örgütlenme, etkinlik amaçlı. Takma isimlerle bolca. (Burada da hayli öykü.) Dönem değişti, uzun zaman yolum düşmedi. Derken seyrek gidiş geliş. Son bir iki yıl ise hayli sık.


Tokat, Balıkesir, Hakkâri, Ankara. Arada kısa süreli Diyarbakır ve bazı kentler. Yerleşip kaldığım kent, zaman zaman çok sevdiğim, bazen iğretice yaşadığım Ankara. Yolculuk hâli işte;  yerleşmeye, bir yerlerde durmaya niyeti olmayanın ruh hâli...

Yağmur, gökkuşağı, yolculuk... 


26 Kasım 2010, Ankara